Merhabalar, Anadolu'nun İslamlaşma sürecinde önemli bir tarihsel aralığa tekabül eden ve İslam'ın ikinci koşusu olarak adlandırılan 11. ve 13. yüzyıl arasındaki dönemde cereyan eden olaylara dair okuma notlarını paylaştığımız blogumuza hoşgeldiniz.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Ahi-Çiftçi-Gıda Hareketi - LÜTFİ BERGEN

23:04 Posted by Bedri Münir , No comments


















Anadolu’da yer alan Müslüman’ca düşünme şekillerinden biri Ahilik. Ancak Ahilik, salt düşünce biçimi olmanın ötesine geçmiş; iktidarı da cemiyeti de belirleyen bir hareketi, bir dayanışmayı ifade etmiştir. İktidara ve cemiyete bakış nazariyesi itibariyle Ahiliğin Avrupa- Bizans, Arap, Fars kültür alanlarına ait olmadığı Anadolu’da ortaya çıkan kendine mahsus bir “din-u devlet” fikrine mensubiyet kesbettiği ifade edilebilir. İktidar ve cemiyet arasında kalan orjinal bir kurum olan Ahilik, sanayi-teknoloji temelli iktisadî yapılanmanın, asayiş ve yol güvenliğinin, çalışma hayatının ve emek disiplininin belirleyeni olarak kendi zamanının İslamî- siyasi ekollerinin tamamına etkili olmuştu. İbn Battuta’nın Seyahatnamesi’sinde Ahilerin sultanın bulunmadığı yerde şehrin hâkimi oldukları, gelen misafirlere binek verdikleri, giydirdikleri, güçleri nispetinde ihsanda bulundukları ifade edilmektedir. Ahilik kurumunun kökeninin Arap, Fars, Bizans kültür alanlarına ait olmamasının nedeni, bu kurumun Anadolu’ya Horasan’dan gelen ahalinin iskânından kaynaklanan ihtiyaçlardı. Horasan’dan gelenler göçebe hayattan yerleşik hayata geçmek zaruretinin bilincinde idiler. Dolayısıyla yerleşik hayata geçiş ile birlikte sanat- meslek, çift-çubuk sahibi olmaları gerektiğini gördüler. Gerçekten de Horasan göçerlerini önlerinde sürüyen Moğolların Anadolu toprağında tutunamamalarının sebebi toprakta yerleşememeleridir, diyebiliriz. 13. Asır, Anadolu’daki Ahi uyanışı için önemli bir zaman dilimi sayılmalıdır. Bir Türkmen hareketi olan Babailer İsyanı (1240) sonrası Ahiler de takibata uğramışlar, ardından gelen Moğol istilası ve Kösedağ yenilgisi (1243) ile Ahiliğin Doğu’da yaşama şansı kalmamıştı. Doğal olarak Ahilik, Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu, Kırşehir havalisine yerleşti ve ticaret/sanayi faaliyeti ile topluluğu organize etti. Şeyh Edebali, Hacı Bektaş-ı Veli, Geyikli Baba, Abdal Musa, Batı’ya doğru yönelen Ahilerin önemlilerindendir. Selçuklular Anadolu içlerinde hâkimiyetlerini sağlamakta güçlük çektiği oranda Ahilik bu boşluğu doldurmaktaydı. 1330 senesinde Ankara’da Selçukluların hâkimiyetinin kalmadığı, kenti Ahi Teşkilatının koruduğu değişik kaynaklarda ifade edilir. Ahilerin Ankara’da Ahi Hükümeti kurduğu ve şehrin yönetiminde doğrudan etkili oldukları söylenmektedir. Ahiler kendi sufî zihniyetleri içinde şeyhlerini, kethüdalarını, yiğitbaşılarını seçmişlerledir. Merkezi güç ile de iyi geçinmişler, yönetimi de ellerinde tutmuşlardır. Ankara’da Ahilerin hükümet ettiği dönem Osmanlılar’ın fetih tarihi 1361 tarihine kadar devam etmiştir. Bu 31 yıllık dönemde Ahiler hem hükümet etmişler, asayişi sağlamışlar, hem beledî hizmetleri yerine getirmişler hem de ticaret yapmışlardır.

Ahiliğin kökeni Fütüvvet teşkilatına dayanmaktadır. Fütüvvet, Arap dilinde  “asil ve kâmil insan” anlamına gelmektedir. Ancak Feta, 1) sahavet (cömertlik), 2) şecaat (yiğitlik) gibi iki erdemi her zaman bağrında taşıdı. Cahiliye Mekke’sinde ezilenlerin haklarını ayakta tutmak için bir araya gelen soyluların kurdukları Hılf’ul Fudul, Feta kültürünün önemli bir yansıması olarak okunmalıdır. Kur’an’da da Enbiya 21: 60, Kehf 18: 10 ve Yusuf 12: 30 ayetlerinde feta kavramı geçiyor ve şecaat ile ahlâk nitelikleri birlikte veriliyor. Emevi iktidarı ile birlikte gelişen dünyevileşme ve siyasallaşma sonrası fütüvvetin sufî ekoller içinde pasif muhalefete dönüştüğü, aynı zamanda sufîliği de eleştirmeye yöneldiği söylenebilir. Fütüvvet düşüncesinin sufî tavırlar içinde de muhalif kalması, sufîliğin emeğe yönelik kayıtsızlığına bir tepkidir. Fütüvvetin özellikle ilk dönem sufîliğinin ferdi dinî yaşantısına karşı kurumsal bir hayat biçimi geliştirmesi ayrışmanın temeli gibi görünmektedir. Fütüvvet ile Ahilik arasında ayrım yaparak Ahiliğin Fütüvvetle ilgili olmadığı görüşünde bulunanlar varsa da bu meseleyi başka şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Fütüvvet, Abbasi Halifesi Nasır’ın tahta çıktığı 1180’de sosyo-ekonomik buhranla karşılaşmış ve 1182’de bölgedeki fetaların reisi konumundaki Abdülcebbar b. Salih elinden Fütüvvet şalvarı giyerek resmi bir devlet kurumuna dönüştürülmüştü. Meşhur sufî Şehabüddin Suhreverdi’ye de Fütüvvetname yazdırılarak kurumun kökeni Şafî fıkhı üzerinden Hz. Ali’ye dayandırılmıştır. İmamiye Şiasına bağlı olan Nasır’ın Suhreverdi’ye Fütüvvetname yazdırması, Şia müntesipleri ile Sünnî sufiliği kurumsal Fütüvvet yapısı içinde bir araya getirmeye yönelikti. Abbasi Fütüvvetçiliği Moğol istilası ile sona ermiştir. Ancak kurumun Anadolu’da “Ahi” adıyla yürümesi temel ilkelerinin güçlü olduğunu gösterir. Fütüvvet teşkilatının Anadolu’ya gelmesi 1204’te Anadolu’da zaviyeler kuran Evhadüddin-i Kirmani (ö. 1238)’nin vesilesi iledir. Farsça bilmesine rağmen Türkçe konuşması nedeniyle Anadolu’daki Türkmenler arasında ilkeleri yayılmıştı. Sadreddin Konevi ile Hacı Bektaş-ı Veli’nin de müridleri arasında olduğu söylenir. 

Evhadüddin-i Kirmani’nin Ahi Evran’ın hocası/kayınpederi ve Bacıyan-ı Rum teşkilatını kuran Fatma Bacı’nın babası olması Ahi teşkilatının Anadolu’da tesadüfle açıklanamayacağını göstermektedir. Nitekim Taptuk Emre, Yunus Emre, Somuncu Baba gibi Anadolu dervişlerinin Evhadî oldukları ifade edilmektedir. Ahi Evran’ın hocası Evhadüddin-i Kirmani’nin hankahı debbağ (derici) çarşısında bulunmaktadır. Vaazlarını esnafın alış- veriş kurallarına göre davranması üzerine veren Kirmani’yi izleyen Ahi Evran, esnafı bir çatı altında toplamaktadır. Osmanlı’nın manevi önderlerinden Şeyh Edebali’nin Söğüt’e gelmeden önce Kırşehir’de yaşadığından bahseden bazı yazarlar Ertuğrul Gazi ile Edebali’nin Söğüt’e özel olarak birlikte gönderildiğini ifade etmektedir.

Ahi Evran Letâif-i Hikmet eserinde insanların ihtiyaç içinde yaratıldığından bahseder. Buna göre tek başına yaşayamaz. Bu ihtiyaçlar için büyük kitle çalışmalı ve herkes eşyaların bir cüzünü yapmalı, der. İnsan Medeni yaratılmıştır. Bazıları sanayi ve tarımla uğraşsın, bazıları da aletleri yapsın fikrindedir. Bir de der ki, insanlar gruplaştığı takdirde düşmanlık çıkar. Bunu önlemek için kanun gereklidir. Kanun insanların çatışmalarını önlesin. Bu kanunun hikmete mutabık olması gerekir ki, biri diğerine ziyan vermesin. Onun için Ahi Evran, ahlâk kaidelerini getirir:

Dil Hakkı: İyiliği emir kötülükten men etmeli; dedikodudan, malayaniden, iftiradan uzak söz söylemeli,
Şalvar Hakkı: Beline sahip olmalı,
Göz- kulak Hakkı: Kötüye nazar kılmamalı, yalana ve iğvaya sağır olmalı,
Mide Hakkı: Haram lokma yememeli, oburluktan sakınmalı ki geçimin bereket bulmalı,
El Hakkı: Kötüye el kalkmamalı, kötü iyilikle savılmalı, elin işte olsun, mesleksiz adamın kefili bulunmaz,
Nefis-Gönül Hakkı: Tamah etme, kanaat et, kendinden aşağısını gör, kazancında yoksulun payını unutma. 

Geçimini temin edecek bir meslek veya sanatı olmayanlar Ahiliğe giremezler. Ahinin bir sanatı olmalıdır. Her işi yaparım, diyenden Ahi olmaz. Ahinin bir işi olduğu gibi işinde doğru ve dürüst de olmalıdır. Yunus gibi dağdan bile olsa doğru odun getirmeyen Ahi değildir. Yardım etmeyen, yardımlaşmayan, avantacılık yapan, başkasına yük olan Ahilik adabına aykırı davranmıştır. Fal bakan, sihir düzen, yalanla iş yapan, av peşinde dolaşan, hırsızlık eden, karaborsa kollayan, stok eden, fırsat bekleyen, hile ile üten, kibr ile gösteriş yapan Ahi olamaz.

Ahi teşkilatları, ihtiyaçlar oranında üretim yapan, üretimi ve tüketimi sınırlayan, herkesi iş sahibi kılan, meslekî yeterliliği gözeten, haksız rekabeti ve iflasları önleyen, tekelci eğilimlerin güçlenmesini engelleyen, ürün kalitesini artıran, tüketicinin korunmasını önceleyen, muhtaçlara yardım eden, meslek içi eğitimle çıraklarını ustalığa çeken, iş başındaki eğitimle iş dışındaki eğitimi birleştiren, insanı israf etmeyen bir iktisadi- sosyal hareketti. Ahi düşüncesinde ocağa bağlı esnafın iflasına yol açacak, geçimini darlaştıracak rekabete meydan verilmezdi.

Türkiye yaklaşık yüz elli yıldır Ahi ocakları hızla tasfiye eden bir sanayileşme/kalkınma felsefesi ile yönetiliyor. Ahi ocaklarının ittifak edeceği sosyo-ekonomik tabaka tımarlı topraktaki köylülerdir. Siyasi hayatımızda köycü yaklaşımların karşısında duran muhafazakârlığın esnaflığı da bitirdiğini söyleyebiliriz. Hatta bu kapitalistleşmenin müsebbibi bizatihi Demokrat Parti yöneticileri olmuştur. 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun kabulü tehlikesi üzerine Adnan Menderes ve üç CHP milletvekili Demokrat Parti’yi “Tek Parti despotizmi”ne karşı kurdular. 1946 seçimleri bu şekilde gündemi değiştiriyor. Türkiye'de işçi sınıfının asıl müttefiki köylüyü iflasa sürükleyerek ona sanayide “ekmek veren” DP oluyor. DP’nin tarımda makineleşme, kentsel düzeni tahkim gibi politikaları kırsal alanın emeğini boşaltıyor. İşin aslına bakarsanız Türkiye’de işçi sınıfı, kadim Anadolu düzeninin zanaatkâr-esnaf-çiftçi işletmelerinin sopasıdır.

Bu ifademle işçilere “haklarınız için mücadele etmeyin” demiş olduğumu düşünmüyorum. Bununla beraber Anadolu halklarını proleterleştiren ve mahalli pazarları tekelci sermayenin çarşılarına dönüştüren mantığı eleştiriyorum. Emek mücadelesi işçi sınıfı doğmadan işçiye tanınmış bir hak olarak getirildi. Kapitalizmin bu “hak” lütfüne dikkat etmek gerekir. Türkiye’de emeğin istihdam ücretleri, sigorta/stopaj/asgari geçim indirimi/haftalık-yıllık izinleri/ihbar-kıdem tazminatları/fazla mesai hakları işçi sınıfının çıkarı düşünülerek değil küçük esnaf-zanaatkâr-çiftçiyi batırmak için tepeden aşağı getirilmiştir. Bir kısım antikapitalist çevrelerin Müslüman burjuva eleştirisi, müslüman proleterya eleştirisini gölgeleyemez. Zira ücretli çalışma, İslam toplumunun karakteri olmamıştır. İslam toplumlarında asıl gerilim emek/sermaye çatışması ile ortaya çıkmaz. Çünkü sermayenin bir sınıf haline gelmesine izin verilmez. 

Nitekim İslam vahyi “Eğer borçlu ödeyemeyecekse alacağınızı sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır” ayeti (2:280) ile zenginliği toplumdan kopmamak anlamında denetlenebilir kılmaktadır. Bir toplumda sadakanın yaygınlaşması, zenginliğin kendini fakirlerden sıyırmasına engel olur. Sermayenin birikmemesi için İslam hem sadakayı sürekli öne sürmüş, hem tüketimi daraltmış ve hem de tam istihdam siyaseti izlemiştir. İslam toplumsal güvenliğin tesisi için herkesin istihdam edileceği bir üretim-pazar siyasetini önceledi. Emek/sermaye çatışmasını ise reddetti. Bu nedenle İslam’ın zenginliği denetlemesi “askeri” nitelik taşır. Nitekim Anadolu’da görülen gerek Ahi ocakları ve gerek ise tımar sistemi askeri niteliktedir.

Ahilik-tımar sistemlerinin kapitalizme fırsat vermeyecek şekilde iktisadî alanı tanzim etmesi modern devirde önemseniyor. Ahi dernek ve kuruluşların Ahilik sisteminden hareket ettiği fikri doğru değildir. Bu yanlışlık ahiliğin, kesinlikle Bacıyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum öbeklerinden “müstakil” olamamasından kaynaklanmaktadır. Ahi ocakları bu diğer üç zümreden müstakil olarak ele alınamayacaktır. Ancak günümüzde sanki böyle bir tefrik yapılabilirmiş gibi bir yaklaşım gelişmiştir. Hatta giderek günümüzde Ahilik fikri endüstriyel toplumda “kalite yönetimi”, “ahlâklı kapitalizm” ya da “sınıfsız ve dindar emek-sermaye ilişkisi” kapsamında değerlendiriliyor. Oysa ahilik, coğrafyaya yayılmış “işletmeler toplumu” tasavvurudur. Her hane bir işletmedir. Türkiye’de kapitalist topluma yönelen süreç tam da burada küçük esnaf-zanaatkâr-çiftçiliğin proleteryada çözülmesinin neticesidir. Kapitalizm kendisine üreterek direnen ve endüstriyel üretimin mamüllerini tüketmeden yaşayan Anadolu halklarını ezmek için proleterleşmeyi dayatıyor. Türkiye’de işçi mücadelesini büyütmek bu küçük iktisadî toplulukların çökmesini dayatmaktadır. Bizim işçi mücadelesine karşı söylemimiz “esnaf-zanaatkâr-çiftçi”nin yaşamasını mümkün kılacak “üretim biçimi/pazar/dağıtım ağı”nın yeniden tesisine ilişkindir. Bunu tesis için de kentlerin küçülmesi, üretimin tarıma/hayvancılığa/manifaktür üretime yönelmesi gerekiyor. Türkiye’de üretim biçimi bu yönde gelişirse kapitalizmin metalaştırdığı, endüstrileştirdiği (hastalık kaynağı olan) tek biçimci gıda kolonyalizmine karşı bir “gıda hareketi” de doğacaktır.

*Yaptığımız okumalar bağlamında anlamlı bulduğumuz bu yazıyı 

0 yorum:

Yorum Gönder